- Orijinal Adı: Origines
- Yazar: Amin Maalouf
- Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
- Basım Yılı: 2004
- Sayfa Sayısı: 438
- Çeviren: Samih Rifat – Aykut Derman
Amin Maalouf benim en sevdiğim yazarlardan biridir. Lise yıllarında okuduğum Semerkant’ından başlayarak Yüzüncü Ad’ına, Doğu’nun Limanları’ndan Tanios Kayası’na kadar ustalıkla kullandığı kalemiyle etkilemiştir beni. Hal böyle olunca normalde yapmadığım bir şey yapıp içeriğine bakmadan yazarının adından dolayı almıştım Yolların Başlangıcını da. Bu yüzden konusu hakkında da pek fikir sahibi değildim okumaya başladığımda.
Orijinal adı “Origines” (Kökler) olan Yolların Başlangıcı, Amin Maalouf’un kendi atalarının izini sürdüğü bir kitap. Yazar bir gün dedesiyle ve dedesinin kardeşiyle ilgili olarak çocukluğundan beri kulağına çalınan masalların peşine düşmeye karar veriyor ve annesinin sakladığı bir valiz dolusu belgenin izinde aile tarihinin peşine düşüyor.
Başka biri olsaydı, ‘kökler’den söz ederdi… Benim sık kullandığım bir sözcük değil bu. ‘Kök’ sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. Kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler: ‘Özgür kalırsan ölürsün!’”
Kitabın ortalarına geldiğimde şu soru aklımı kurcalıyordu: Tamam, çok akıcı, güzel anlatıma sahip bir kitap; ama ben niye Maalouf’un atalarını okuyorum ki şimdi? Sorumun cevabı da yazardan geldi hemen:
Kimileri şöyle düşünecek: Ne olmuş yani? Atalarımızı ve onların atalarını tanımaya ne gerek var? Şu değersiz söze uyup, ölüler ölüleri gömsün, diyelim ve kendi yaşamımıza bakalım!
Doğru, kendi başlangıçlarımızı öğrenmenin gereği yok. Torunlarımızın da bizim kendi yaşamımızı nasıl yaşadığımızı bilmelerine gerek yok. Bu dünyada herkes kendine ayrılmış zamanı tüketiyor, sonra da gidip mezarında uyuyor. Onlar için hiçbir şey ifade etmeyeceğimize göre, bizden sonra gelecek olanlar için kafa patlatmanın ne gereği var? İyi ama her şey unutulmaya yazgılıysa, neden bir şeyler kurmaya çabalıyoruz ve atalarımız neden bir şeyler kurdu? Neden yazıyoruz ve atarlarımız neden yazdı? Evet, durum böyleyse neden ağaç dikelim ve neden çoluk çocuğa karışalım? Bir dava için savaşmak neye yarar, ilerlemeden, gelişmeden, insanlıktan, gelecekten söz etmek neye yarar? İçinde yaşanan ana gereğinden çok ayrıcalık tanımakla, bir ölüler okyanusunun bizi kuşatmasına göz yummuş oluruz. Bunun tersine, geçip giden zamanı yeniden canlandırırsak, yaşam alanımızı genişletmiş oluruz.
Öyle ya da böyle, başlangıçların peşinde koşmak bana, ölüme ve unutulmaya karşı yapılmış bir fetih gibi görünüyor, sabırla, kendini vererek, ısrarla, sadakatle yürütülmesi gereken bir fetih. Dedem 1880’li yılların sonunda, ailesine karşı gelme yürekliliğini gösterip öğrenimini uzak bir okulda sürdürmeye karar verdiğinde, bilginin yollarını aslında benim önümde açmaktaydı. Ve ölmeden önce bütün bu izleri, koşuk ve düzyazıyla kaleme alınmış, özenle kopya edilmiş, bunları hangi koşullarda söylediğini ya da yazdığını açıklayan notlarla zenginleştirilmiş bu metinleri, tüm bu mektupları, tarihlendirilmiş tüm bu defterleri ardında bıraktıysa bu, günün birinde birinin çıkıp bunlarla uğraşması için değil miydi? Kişi olarak beni, onun ölümünden çeyrek yüzyıl sonra dünyaya gözlerini açmış olan beni düşünmüyordu elbette; ama birinin bunu yapacağını ümit ediyordu. Sonra, öyle ya da böyle, onun şunu ya da bunu ümit etmiş olmasının fazla önemi yok; mademki şu anda onun yaşamının izleri benim avuçlarımın içinde duruyor, benim artık onu unutulmaya terk etmem söz konusu olamaz.
Ne onu, ne de kimliğimin en küçük parçasını – adlarımı, dillerimi, inançlarımı, öfkelerimi, kaçışlarımı, mürekkebimi, kanımı, sürgünlüğümü – kendilerine borçlu olduğum insanların hiçbirini. Ben atalarımın her birinin oğluyum ve benim yazgım da aynı zamanda, onları doğuran kişi, onların sonradan gelen atası olmak.”
Eh, bu da gayet makul bir cevaptı, okumaya devam ettim ben de dolayısıyla.
Kitap hakkında hissettiklerimi iki parçaya ayırmak istiyorum. Yazarın ailesini bize tanıttığı kısımlar büyük zevkle okunuyordu. Özellikle dedesi Butros’tan öyle güzel bahsetmiş ki, Maalouf’un atasının başından geçenleri değil de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşamış bir ilim adamının; eğitmenin; bilinçli, yenilikçi ve aynı zamanda da sadık bir vatandaşın maceralarını okuyor gibi hissettiriyor insana. I. Dünya Savaşı’na giden yolda, savaş esnasında ve sonrasında önce Osmanlı Devleti’ne bağlı daha sonra Fransız egemenliğine geçen Lübnan’da (halkın isimlendirdiği şekliyle “Dağ”) yaşayan insanların hayat gaileleri, göç edip etmeme konusunda düştükleri tereddütler, uzaklara giden akrabaların o dönemin zor iletişim koşullarında bile asla unutulmaması… Bunlar daha önce aklıma bile gelmeyen konulardı, bu kısımları okurken çok keyif aldım gerçekten de.
Diğer taraftan, kitabın ikinci kısmı, özellikle de yazarın Küba’daki büyük amcası, Butros’un kardeşi Cebrail hakkında yaptığı araştırmaları tüm teferruatıyla anlattığı kısımların çok uzatıldığını düşünüyorum. O kadar ki, ilk sayfalarda elimden bırakamadığım kitaba tüm ilgimi kaybettim. Bu da kitabı bitirme süremi uzattıkça uzattı.
Sonuç olarak, muhakkak okunmalı diyebileceğim türde bir kitap değil. Yine de bahsettiğim hususlar dikkate alınarak okunursa hayal kırıklığı da yaratmayacağını ve Türkiye’nin geçmişinin anlatıldığı kısımların ilgi çekici olduğunu düşünüyorum.
Kitaptan…
Bizim şu Doğu halkının hiçbir eksiği yok, Tanrı’ya şükür hiçbir kusuru yok; tek kusuru, bilgisizliği. İnsanların büyük çoğunluğu, ne yazık ki, bu hastalığa tutulmuş durumda. belirtileri de çeşit çeşit: Bitip tükenmeyen tartışmalar, çatışmalar, sinsilik ve ikiyüzlülük, aldatma ve ihanet, şiddet ve cinayet… Bu hastalık çaresiz değil; üstelik ilacını da herkes çok iyi biliyor: Bu ilaç, gerçek bilgidir!”
Hep iki yüzümüz var bizim; biri atalarımızı, biri Batı’yı taklit etmek için.”
Ülkesini bırakıp yaşamın daha iyi olacağı bir başkasına gideceğine, neden kendi ülkesinin daha iyi olması için çaba harcamasın insan?”
Biz, kalıcı bir mutluluk sözü alarak doğduğuna kendini inandırmış o küstah kuşaklardanız. Söz mü? Peki, kim vermiş bu sözü?”
İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar-büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan; ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı’nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.”
